Râgıb İsfehânî (Rahmetullahi aleyh)
Şükür üç kısımdır. Kalb ile olan şükür, ni’metin Allahü teâlâdan olduğunu düşünmek, dil ile olan şükür, ni’meti vereni medh etmektir. A’zâlarla olan şükür, bunların Allahü teâlânın ni’meti olduğunu bilip, ne için yaratılmışlarsa o işte kullanmaktır
Râgıb İsfehânî (Rahmetullahi aleyh)
Cedel (mücâdele ve münâzara) mekrûh olmakla beraber, bir takım şartları vardır. Cedelin sonu kırgınlıktır, muhabbetin azalmasıdır. Bunun ise hiç fâidesi yoktur. Sâdece düşmanlığı artırır ve hakîkati inkâra kadar götürür.
Râgıb İsfehânî (Rahmetullahi aleyh)
Vâ’iz ile dinleyicilerin durumu, tabib ile tedâvi olan hasta gibidir. Tabib, insanlara, şunu yemeyiniz, çünkü o zehirdir der de, kendisi o şeyi yerse ve bunu yediğini insanlar görürlerse, sözünün hiç te’sîri olmaz. Vâ’iz de, yapmadığı bir şeyi söylediği zaman, aynı duruma düşer. Bu bakımdan, “Ey tabib! Önce kendin iyi ol, sonra başkaları iyi olur” denir.
Hazreti Ömer ( radıyallahü anh )
“İki kişi belimi büktü. Birisi câhil olan âbid, diğeri şerefini ve şahsiyetini düşüren âlimdir.” Câhil olan, ibadetiyle insanları aldatır. Âlim de, kötü hareketleriyle insanları ilimden nefret ettirir, uzaklaştırır. Vâ’izin sözü ile hareketleri birbirine uygun olmazsa, böyle vâ’izden faydalanılmaz. Çünkü onun ameli gözle görülür. İnsanların çoğu sâdece gördüğüne göre hüküm verirler. Basiretlerine göre hüküm veren azdır. Öyleyse vâ’izin, herkesin gördüğü ve göz önünde bulunan hareketlerine çok dikkat etmesi gerekir.
Râgıb İsfehânî (Rahmetullahi aleyh)
Vâ’iz, güneş gibi olmalıdır. Güneş, ışığından Ay’ı da fâidelendirir. Ayrıca kendisinde, Ay’a verdiği fâideden daha fazla fâideler vardır. Vâ’iz, sözlerini işleriyle bozmamalıdır. Ya’nî sözü ile hareketleri birbirine ters düşmemelidir. Sözleri, hâlini yalanlamamalıdır.
Râgıb İsfehânî (Rahmetullahi aleyh)
Vâ’izin, önce kendisinin söylediklerine uyması, sonra va’z ve nasihat etmesi, önce kendisinin görmesi, sonra başkalarına göstermesi, önce kendisinin doğru yol üzere bulunması, sonra başkalarına doğru yolu göstermesi lâzımdır. Vâ’iz, içerisinde yazı bulunan bir defter gibi olmamalıdır. Çünkü, defterin içindeki yazılar bir ma’nâ ifâde eder, fakat defter ondan istifâde edemez.
Râgıb İsfehânî (Rahmetullahi aleyh)
Hocanın, talebelerini evlâdı gibi görmesi lâzımdır. Çünkü muallim, talebe için ana ve babadan daha şereflidir. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Ben sizin için babanız yerindeyim. Ben size öğretirim” buyurdu.
Râgıb İsfehânî (Rahmetullahi aleyh)
Talebenin üç şeye riâyet etmesi lâzımdır. Birincisi: Yerin zararlı otlardan temizlenmesi gibi, talebenin de kendisini kötü huylardan temizlemesi lâzımdır. İkincisi: ilme, vaktinin çoğunu verebilmesi için, dünyevî meşgûliyetleri azaltması gerekir. Fikrin dağınıklığı; suyun dağılıp bir kısmını havanın kuruttuğu, bir kısmını da yerin emip bitirdiği su gibidir. Fakat, o su toplanıp bir araya getirilirse, sulanacak araziye ulaşır ve o sudan istifâde edilir. Üçüncüsü: Hocaya ve ilme karşı kibirli olmamaktır. Talebe, yağan yağmuru kabûl edip emen toprak gibi olmalıdır. Yoksa istifâde edemez.
Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh )
Dünyâ, sâdece geçici olarak kalınan yerdir. Devamlı oturulan bir yer değildir. Bu yolculuk, ana karnında başlar, ölünceye kadar devam eder. Âhıret ise, asıl istenilen devamlı kalınacak yerdir. İnsan, Dâr-is-selâm’a (Cennete) da’vet edildi. Allahü teâlâ, Yûnus sûresinin yirmibeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah, Cennete çağırır ve dilediği kimseyi doğru yola iletir”
Râgıb İsfehânî (Rahmetullahi aleyh)
Nefsin temizlenmesi, kuvvetli üç ıslâh ile mümkün olmaktadır. Bu üç ıslâhın ilki, düşüncenin ıslâhı olup, bu da; i’tikâdda hak ile bâtılı, konuşmada doğru ile yalanı, amelde güzel ile çirkini ayıracak hâle gelinceye kadar ilim öğrenmekle hâsıl olur. İkinci ıslâh; şehvetlerin, arzuların ıslâhı olup, gücü yettiği kadar cömertliği nefse kolaylaştırır. Üçüncüsü; hamiyyeti ıslâh olup, bu hamiyyeti kolaylaştırmakla elde edilir. Hamiyyet: Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta, tenbellik etmeyip bütün kuvveti ile gayret etmektir. Hamiyyeti kolaylaştırmakla, nefs gadabdan uzaklaşır ve şecaat sahibi olur. Böyle şecaate ulaşan nefs, korkaklıktan, kötü hırstan uzaklaşır.
Osman bin Merzûk (Rahmetullahi aleyh)
“İşi karışık olan kimselerle düşüp kalkanın, hâli de karışık olur.”
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
“Koğuculuk yapana on şey yapmalıdır. Altısı adl, dördü fadldır.
1. Sözünü kabûl etme, çünkü o fâsıktır ve fâsıkın sözü kabûl edilmez.
2. O işten onu men et. Çünkü yaptığı iş münkerdir ve nehy-i münker yapmak lâzımdır.
3. Koğuculuk yapanı sevme. Çünkü o âsîdir, günah işlemiştir. Allahü teâlâya ve Resûlüne âsî olan sevilmez.
4. Müslümana sû-i zan etrne. Çünkü müslümana sû-i zan edilmez.
5. Sözünün doğru olup olmadığını araştırma. Çünkü günahtır. Günahları araştırmamak lâzımdır.
6. O sözü başkasına söyleme. Çünkü bu başkasının ar perdesini yırtmak demektir. Müslümanın ar perdesini yırtmamak lâzımdır.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
“Tefsîr-i Teysir” de ve “Erba’în-i Selmânî” isimli kitabında, Allahü teâlânın meâlen; “Ey mü’minler! Şarab (içki) içmek, kumar oynamak, ibâdet için dikilen putlar, fal okları, hep şeytanın işinden pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakınınız. Muhakkak şeytan, şarabda ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık böyle olunca, siz bunlardan sakınmaz mısınız?” (Mâide-90, 91) buyurduğu âyet-i kerîmelerde, şarabın ve alkollü içkilerin haram olduğunu on şekilde izah etmektedir. Bunlar: 1. İçkiyi kumarla bildirmektedir. Kumar ise haramdır. O hâlde içki de haramdır. 2. İçki içmeyi puta tapmakla bildirdi. Puta tapmak haramdır, yasaktır. O hâlde içki içmek de haramdır. 3. İçki içmeyi fala yakın bildirdi. Fal haramdır. O hâlde içki içmek de haramdır. 4. İçkiye pelîd, ya’nî murdar, necis (pis) buyurmaktadır. 5. İçkiye ve diğerlerine şeytanın işi buyurulmaktadır. 6. Bu beyândan sonra, o hâlde bundan sakınınız, kaçınınız buyurdu. 7. Ondan sakınmayı kurtuluş sözü olarak bildirdi. Kurtuluş ancak haramlardan sakınmakla olabilir. 8. Düşmanlık ve kin sebebi olur buyurdu. Elbette haram olmuş olur. 9. Allahü teâlâyı anmaktan ve namazdan insanı alıkoyar, buyurdu. Allahü teâlâyı anmaktan ve namazı kılmaktan insanı alıkoyan şey, elbette haramdır. 10. İçki içmekten sakınmağı emretti. Bir şeyi işlemeği terk etmenin emrolunması, o şeyin haram olduğunu gösterir.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Müctehid, ictihâdında doğruyu bulur veya bulamaz.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) bildirdiği kıyâmet alâmetlerinden; Deccâl, Dâbbet-ül-ard, Ye’cûc ve me’cûc, Îsâ aleyhisselâmın gökten inmesi, güneşin batıdan doğması ve benzeri şeylerden haber verdikleri haktır, olacaktır.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Kâhini, gaybden verdiği haber üzerine tasdik küfürdür.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlâdan ümidini kesmek, yahut herhalde ondan emîn olmak da küfürdür.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Kul, namaz ve orucun, kendisinden muaf tutulacağı bir dereceye ulaşamaz. (Böyle bir derece yoktur.)
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mi’râcı uyanık iken, kalb, rûh ve beden ile birlikte olmuştur, haktır.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Mü’minlerden âsî olanlar Cehenneme girse de, orada sonsuz kalmazlar.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Peygamberlerin gönderilmesinde hikmetler vardır. Allahü teâlâ, peygamberleri, insanları beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderdi. Peygamberler, insanların ihtiyâcı olan dînî ve dünyevî bilgileri onlara öğretirler. Allahü teâlâ, Peygamberleri “aleyhimüsselâm” mu’cizelerle kuvvetlendirdi. Peygamberlerin evveli Âdem aleyhisselâm, sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin en efdali (faziletlisi) Muhammed aleyhisselâmdır. Melekler, Allahın kullarıdır. Emredilen şeyi yaparlar. Onların erkeklik ve dişilikleri yoktur.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Îmân, Allahü teâlânın Peygamber efendimize bildirdiği bütün bilgileri öğrenip, kalb ile inanmak ve dil ile ikrâr etmektir. Ameller çoğalabilir, îmân azalmaz ve çoğalmaz. İmân ve İslâm birdir. Bir müslüman “Ben, mü’minim” demelidir, “İnşâallah mü’minim” demek doğru olmaz.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Haram da rızıktır. Fakat Allahü teâlâ, helâlden istemek, kazanmak ve helâlden yemekden râzıdır. Herkes, helâl veya haram olan kendi rızkını yer.“Bir kimse kendi rızkını yiyemez, yahut başkasının rızkını yiyebilir” demek yanlıştır.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Şu on şeye inanmak, Ehl-i sünnet olmanın şartlandır: 1. Kur’ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmalıdır. 2. Kendi imânında şüphe etmemelidir. 3. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Eshâbından hiç birine dil uzatmamalı ve kötülememelidir. Peygamber efendimizden sonra Ebû Bekr-i Sıddîk’i ( radıyallahü anh ) hak halîfe bilmelidir. Ondan sonra Ömer-ül-Fârûk’u ( radıyallahü anh ), sonra Osmân-ı Zinnûreyn’i ( radıyallahü anh ), sonra Ali bin Ebî Tâlib’i ( radıyallahü anh ) sırası ile hak halîfe bilmelidir. Eshâb-ı Kirâmdan hiçbirine düşman olmamalı ve saygısızlıkta bulunmamalıdır. Çünkü onlara düşmanlık edenin îmânlarının gitme tehlikesi vardır. Nitekim Ebû Ali Dekkak ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Her insanın üçyüzaltmış damarı vardır. Eğer üçyüzellidokuz damarı Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmına (r.anhüm) muhabbet, bir tanesi Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Eshâbından birine düşmanlık, sevgisizlik üzere bulunsa, ölüm zamanında emir gelir ve canını o bir damardan alırlar. Bunun bozukluğu sebebiyle dünyâdan imansız gider.” Allahü teâlâ bizi bundan korusun. O hâlde Eshâb-ı Kirâma düşman olmaktan çok sakınmak lâzımdır. 4. Mü’minlerin âhırette Allahü teâlâyı göreceklerine inanmalıdır. 5. Devlet reîsine isyan etmemeli, onun veya ta’yin ettiği kimsenin arkasında Cum’a namazı kılmanın hak olduğunu bilmeli ve devlet başkanına duâ etmelidir. 6. Her müslümanın arkasında namaz kılmalıdır. (Ancak Ehl-i sünnet i’tikâdında olmayan, haramlardan sakınmayan, reformcu, bozuk i’tikâdlı, istincâ ve istibrâya dikkat etmiyen, bunun gibi îmâna, gusle, abdeste âit husûslarda akâid ve fıkıh âlimlerine uymayan birisine, namazda uymak doğru değildir.) 7. Müslümanın cenâze namazının kılınacağını hak bilmelidir. 8. Bir müslümana günah işlemekle kâfir oldu dememelidir. 9. Mest üzerine meshin dinden olduğunu kabûl etmelidir. 10. İyilik ve kötülüğün, Allahü teâlânın takdîri ile olduğuna inanmalıdır.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlânın bütün sıfatlarının ezelî ve ebedî olduğuna inanmalıdır. Nasıl olduğunu araştırmamalı, düşünmemelidir. İşleri Allahü teâlânın irâde ve takdîri ile bilmeli, kulluk vazîfelerinden el çekmemelidir. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Eshâbının (r.anhüm) hepsini sevmeli ve Ehl-i beytine dil uzatmamalıdır. Ne kadar iyi olunursa olunsun, Allahü teâlâdan korkmalı, ne kadar günahkâr olunursa olunsun, Allahü teâlâdan ümid kesmemelidir.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
“Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsîrler yapanlar beş türlüdür:
1- Tefsîr için lâzım olan bilgileri bilmiyen câhillerdir.
2- Müteşâbih âyetleri tefsîr edenlerdir.
3- Sapık fırkalardakilerin ve Dinde reformcuların, bozuk düşünce ve isteklerine uygun tefsîr yapanlardır.
4- Delîl ve sened ile iyi anlamadan tefsîr yapanlardır.
5- Nefse ve şeytana uyarak yanlış tefsîr yapanlardır.”
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Satışdaki ve ödünç vermedeki faizi iyi anlamak için, otuzüç misâl çok önemli olup, şunlardır:
23- İki kişi, birer çuval buğdayı, hacmini ölçmeden, karıştırıp un yaptırdıkdan sonra, unu ikiye taksim etmeği kararlaştırmak faiz olur.
24- Unları karıştırıp, ekmek yaparak ekmeği ikiye bölmek de faiz olur. Unların hacmini önceden ölçmek lâzım idi.
25- Cevizleri veya bademleri yahut zeytinleri ölçmeden karıştırıp, yağ çıkardıktan sonra yağı taksim etmek de faiz olur.
26- İki kişinin müşterek bir ineği olsa, sütü birgün senin, birgün benim diye taksim etseler, faiz olur.
27- İki kişi, meselâ bir öküz veya bir at veya bir otomobil veya bir dükkân veya tarlalarını veya tezgâhlarını, herbiri kullanmak üzere, mu’ayyen bir zaman için değişseler faiz olur.
28- İçinde oturmak şartı ile bir evi, ekmek şartı ile tarlayı, kendi kullanmak şartı ile bir otomobili borçludan rehin istemek faiz olur. Çünkü, rehin alınırken, bunu kullanmağı şart etmek, rehinde faiz olur.
29- Birşeyi ucuz satın almak veya ona pahalı satmak şartı ile ödünç vermek faizdir.
30- Mahsûlün yarıdan fazlasına ortak olmak şartı ile, köylüye para veya tohum veya toprak verip onu çalıştırmak veya ona ödünç vererek tarlasını alıp işletip, mahsûlün yarıdan azını ona bırakmak faiz olur. Çünkü, kira mikdârının belli olması ve ödünç verilen malın aynı mikdârda benzerinin ödenmesi lâzımdır.
31- Az ücretle çalıştırmak, ondan hediye almak, ziyâfet istemek üzere ödünç vermek faiz olur.
32- Birşeyi, aldatarak pahalı satmak veya ucuz almak da faiz olur.
33- Satılan şeyin ayıbını ve satın alınan şeyin kıymetini gizlemek faiz olur.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Satışdaki ve ödünç vermedeki faizi iyi anlamak için, otuzüç misâl çok önemli olup, şunlardır:
16- Unu ve buğdayı, ekmeğe satmak faiz olmaz. Çünkü ekmek, başka cinsten olmuştur ve sayı ile ölçülür.
17- Menşe’leri veya kullanış yerleri aynı olmıyan veya insanlar tarafından sıfatları değiştirilen şeyler, aynı cinsden değildir. Meselâ hurma sirkesi ile üzüm sirkesi ve koyun eti ile sığır eti ve sütleri ve koyun yünü ile keçi kılı ve buğday ile ekmek aynı cinsten değildirler. Keçi ve koyun eti ve sütleri, faiz bakımından aynı cinstendir.
18- İmâm-ı Muhammed’e göre, ekmeği adet ile ve vezn ile ödünç vermek faiz olmaz, İmâm-ı Ebû Yûsuf’a göre yalnız tartı ile faiz olmaz.
19- Susam, zeytin, ceviz, gibi, yağ çıkarılan cisimler, kendi yağları ile satıldığı zaman, yağ, cisimdeki yağ mikdârından ziyâde ise caizdir ve yağın aynı mikdârı yağ karşılığı olup, ziyâdesi posa karşılığı olur. Ziyâde değilse, az veya müsâvî ise veya belli değilse faiz olur.
20- Üzümü, şırası karşılığı ve koyunu yünü karşılığı ve meyveli ağacı aynı meyve karşılığı ve ekilmiş toprağı, çıplak toprak karşılığı ve başakta yetişmiş buğdayı, yetişmemiş buğday karşılığı, taşlı küpeyi taşsız küpe karşılığı, altınlı kılıncı veya kemeri altınsız aynı kılınç ve kemer karşılığı ve kabuklu pirinci kabuksuz pirinç ile satmak da, müsâvî veya az ise faiz olur.
21- Bir malı, kendisi veya vekîli, meselâ on liraya satıp, müşteriye teslîm ettikden sonra, parayı teslim almadan, malı müşteriden, meselâ dokuz liraya geri satın almak faiz olur. Parayı tamam alınca, satın alabilir.Bir malı sattıktan sonra, parasının hepsini tamam teslim almadan, o mal ile birlikte başka birşeyi, aynı fiyatla geri satın almak faiz olur. Çünkü, aynı fiyatın bir kısmı, o başka şey için olup, o malı daha ucuza almış olur ve faiz olur. O başka şeyi alması ise caizdir.
22- Bir malı, meselâ iki ay sonra teslîm etmek üzere sattıktan sonra, noksan olarak, daha önce vermeği kararlaştırmak faiz olur.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Satışdaki ve ödünç vermedeki faizi iyi anlamak için, otuzüç misâl çok önemli olup, şunlardır:
8-Kile ile veya vezn ile ölçülen birşeyi, kendi cinsi karşılığı, ölçmeden topdan satmak faiz olur. Mikdârları müsâvî ise de, faiz olur. Çünkü, böyle şeylerin satışında, söz kesilirken, ölçülerek, mikdârlarının aynı olduğunu bilmek, bey’in sahîh olması için, şarttır.
9-Birkaç kimse arasında müşterek olan, kile veya vezn ile ölçülen bir malı, ölçmeden paylaşmak faiz olur. Herbiri, kendi payında bulunan diğerinin mülkünü, diğerinde kalan kendi mülkü ile değiştirmiş olur. Ya’nî bunları birbirlerine ölçmeden satmış olurlar. Biri diğerlerine bir defter, ikincisi bir mendil gibi şeyler de verip helâllaşmalıdırlar.
10- Hacim ile veya vezn ile ölçülen bir malı, ölçmeden ödünç vermek ve almak faiz olur.
11- Başaktaki buğdayı, buğday ile, müsâvî mikdârda dahî satmak faiz olur. 12- Başaktaki buğdayı, başaktaki buğdaya aynı mikdârda dahî satmak faiz olur. Çünkü, buğdayları başaksız ölçmek lâzımdır.
13- Ağaçdaki meyveyi, kopmuş aynı meyveye satmak faiz olur.
14- Ağaçdaki meyveyi, ağaçtaki aynı meyve ile satmak faiz olur.
15- Buğdayı, buğday ununa ve kavrulmuş buğdaya, aynı hacimde dahî satmak faiz olur. Çünkü, buğdaydan, aynı hacimde un hâsıl olmaz.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Satışdaki ve ödünç vermedeki faizi iyi anlamak için, otuzüç misâl çok önemli olup, şunlardır:
7-Vezn ile ve kile ile ölçülen ve ölçülmeyen herşey, kendi cinsi ile, veresiye satılınca, mikdârı aynı olsa da, faiz olur.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Satışdaki ve ödünç vermedeki faizi iyi anlamak için, otuzüç misâl çok önemli olup, şunlardır:
6- Tartılarak satılan şeylerden aynı cinsden olmıyanlar, birbiri ile [altın, gümüş ile] satılırken, ağırlıkları eşit olsa da, biri veresiye olunca faiz olur. Ağırlıkları farklı olsa da, ikisi peşin [eline teslim etmek] caiz olur. Altınlı ve gümüşlü eşyayı, birbiri karşılığı veresiye satmak faiz olur.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Satışdaki ve ödünç vermedeki faizi iyi anlamak için, otuzüç misâl çok önemli olup, şunlardır:
5- Kile ile satılan şeylerden, aynı cinsten olmıyanlar, birbiri ile [meselâ arpayı buğdaya] satılırken, hacimleri aynı olsa da, veresiye satmak, ribâ [ya’nî faiz] olup, hacimleri farklı olsa da, her ikisi peşin caizdir.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Satışdaki ve ödünç vermedeki faizi iyi anlamak için, otuzüç misâl çok önemli olup, şunlardır:
4- Veznleri (ağırlıkları) müsâvî, fakat biri veresiye ise, faiz olur. Vezn veya hacimleri müsâvî olmıyan peşin satışda, faizden kurtulmak için, vezni veya hacmi az olan malın yanına, aynı cinsten olmıyan, başka az birşey de ilâve edip, iki şey bir arada iken, pazarlık etmelidir. Böylece faizden kurtulunur ise de, ilâve edilen şeyin kıymeti az ise, harama yakın mekrûh olur. O şeyi, pazarlıktan sonra ilâve ederse caiz olmaz.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Satışdaki ve ödünç vermedeki faizi iyi anlamak için, otuzüç misâl çok önemli olup, şunlardır:
3- Tartarak satılan birşey, kendi cinsine [meselâ beşibiryerdeyi, altın liralar karşılığı] peşin satılırken, verilen ile alınanın ağırlığı müsâvî olmazsa, faiz olur.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Satışdaki ve ödünç vermedeki faizi iyi anlamak için, otuzüç misâl çok önemli olup, şunlardır:
2- Hacimleri müsavî, fakat biri veresiye [ya’nî söz kesilen yerden ayrılıncaya kadar te’ayyün etmez] ise, yine faiz olur.
Ömer Nesefî (Rahmetullahi aleyh)
Satışdaki ve ödünç vermedeki faizi iyi anlamak için, otuzüç misâl çok önemli olup, şunlardır:
1- Kile ile satılan birşey, kendi cinsine [meselâ buğdayı buğdaya] peşin satılırken, birinin hacmi ziyâde olursa, faiz olur.
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
“Kabir azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen iki meleğin suâl sorması haktır, gerçektir. Kâfirlere ve mü’minlerden günahı çok olanlara kabir azâbı vardır. Cum’a günü kabir azâbları kaldırılır. Ba’zı âlimlere göre Mü’minin azâbı artık başlamaz. Kâfire kabir azâbı, Cum’a ve Ramazan’da yapılmamak üzere, kıyâmete kadar devam eder. Cum’a günü ve gecesinde ölen mü’minler kabir azâbı hiç görmez.
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
Mü’min olanlar, kabirde iki hâlde bulunurlar. Mü’minlerden itaatkâr olanları kabir sıkar. (Bu sıkması, kabir azâbı cinsinden olmayıp, uzun zaman göremeyip, nihâyet kavuşunca annesinin evlâdına sarılması ve hasretle onu çok sıkması gibidir.) Günahkâr olan mü’minler için, kabir azâbı ve kabrin ölüyü sıkması vardır. Öyle ki, kemikleri birbirine geçer. Kabir azâbında, rûh ile birlikte cesed de elem duyar. Hattâ cesed, çürüyüp toprak olsa, o cesedden hâsıl olan toprak acı duyar.
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
Mîzân ve hesâb, sırat köprüsü üzerinde yapılacak, sevâbları fazla olanlar Cennete, günahları fazla olanlar ise Cehenneme gideceklerdir.
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
Herkesin yaptığı iyilik ve kötülük, Allahü teâlâ tarafından bilindiğine göre, mîzân kurulup, iyilik ve kötülüklerin tartılmasındaki hikmet nedir? diye sorulursa, cevâb olarak deriz ki, Allahü teâlâ, kullarının yaptıklarını elbette bilir, fakat kul, yaptığı fiillerin hepsini bilmez. Cennetlik veya Cehennemlik olduğunu, ona amellerinin hepsini göstermekle bildirirler.
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
Mîzân, iyiliklerin ve günahların oraya mahsûs bir terazide tartılması olup, orada sevâbı ağır gelen Cehennemden kurtulacak, az gelen ziyan edecektir. Oradaki terazi, bilinmiyen bir terazi olup, ağır ve hafif gelmesi dünyâ terazisinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafiftir.
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
“Mîzân, hesâb, sırat, havz, şefaat haktır, olacaktır. Allahü teâlâ A’râf sûresinin 8. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Kıyâmet gününde amellerin vezn olunması (tartılması) hakdır. Kimin hasenatı (iyilikleri), seyyiâtından (kötülüklerinden) ağır gelirse, işte o kimse felah bulup kurtuluşa erenlerdendir.”
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
Şeytanların bizi görüp, bizim onları göremememizin hikmeti şudur ki, şeytanlar çok çirkin mahlûklardır. İnsanlar onları görebilselerdi, çok iğrenirler, yemekten ve içmekten kesilirlerdi. Allahü teâlâ, rahmet olarak şeytanları insanların gözlerinden setreyledi, gizledi.”
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
Şeytanın insana te’sîrinin ikinci şekli de şöyledir ki, isyan ve günah olan fiilleri insanlara güzel göstermeye çalışır. En’âm sûresinin 43. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Hiç olmazsa azâbımız onlara geldiği zaman (kibri terkedip, tevâzu ile) yalvarsalardı! Fakat, kalbleri katılaşmış ve şeytan da, yapmış oldukları amelleri (ma’siyetleri) onlara süslü göstermişti.”
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
“Şeytanın insana te’sîri iki türlü olur. Birincisi, insanlara bâtını yönden zarar ve vesvese verir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Muhakkak ki şeytan, insan vücûdunda kan gibi deveran eder, dolaşır. Ben, sizin kalbinize onun birşey (kötü düşünce) atmasından korkarım.”
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlâya tevekkül etmek elbette farzdır. Fakat, çalışmakla insan tevekkülü terk etmiş olmaz. Tevekkül, sebeblere yapışdıktan sonra neticeyi Allahü teâlâdan beklemek, O’na güvenmek, rızkın O’ndan olduğunu bilmektir.”
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
İlâç kullanmak, deva, şifâ için sebebtir. İlâçta devayı halkeden (yaratan) Allahü teâlâdır. Devayı ilâçtan veya tabibden bilmek, öyle i’tikâd etmek küfürdür. Bunun gibi, elbise giymek, sıcağa ve soğuğa karşı korunmak için sebeb ise de, sıcaktan ve soğuktan asıl koruyan Allahü teâlâdır. Sebeblere yapışmalı, neticeyi Allahü teâlâdan beklemelidir. Sebebe yapışması, neticenin o sebebe bağlı olarak meydana geleceği için değil, Allahü teâlâ emrettiği için olmalıdır.
Nesefî (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed) - (Rahmetullahi aleyh)
“Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebine göre rızklar, ezelde Allahü teâlâ tarafından taksim ve ta’yin edilmiştir. Takvâ sahiblerinin takvâları sebebiyle ve günahı çok olanların taşkınlıkları sebebiyle rızklar artmaz veya eksilmez. Allahü teâlânın kefil olduğu rızk, gıda olan herşeydir. Haram yoldan elde edilen rızk, mukadder rızktır. Fakat kul, onu haram yoldan te’min ettiği için cezaya müstehak olur."
Mekkî (Muvaffak bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
"Nefsine güvenme, nefsine uyma. Dünyâya meyletme."
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (Rahmetullahi aleyh)
“Kim âhırette Allahü teâlânın azâbından kurtulmak isterse, dünyâya gönül bağlamasın.”
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (Rahmetullahi aleyh)
“Tâatlerin en büyüğü Allahü teâlâya îmândır. En büyük günah küfürdür (kâfirliktir). Kim tâatlerin en büyüğü ile Allahü teâlâya itaat eder ve en büyük günahtan sakınırsa, onun af ve mağfirete kavuşacağını umarız.”
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (Rahmetullahi aleyh)
“Bir kimsenin ilmi, onu Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden men etmezse, o kimse hüsrana uğrayanlardandır”.
Ya’kûb bin Maîn (Rahmetullahi aleyh)
“İmâm-ı a’zamın ( radıyallahü anh ) Ramazân-ı şerîf ayında altmış defa Kur’ân-ı kerîmi hatmettiği olurdu.”
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (Rahmetullahi aleyh)
“Kimseye kötülük ile karşılık vermedim. Kimsenin kötülüğünden bahsetmedim. Kimseyi kötülemedim.”
Matar-ül-Bâzerâyî (Rahmetullahi aleyh)
“Zâtı ve sıfatları bakımından her türlü ayıp ve kusurdan münezzeh, akıl ve hayâl ile düşünmek ve tasavvur olunmaktan beri (uzak; olan Allahü teâlâ ile üns, ülfet ve O’na münâcaat etmekten, kalbler ve rûhlar lezzet alırlar. Bunlara, dostların ağırlandığı temcid bahçelerinde kurulan yüksek köşklerde, ma’nevî şekilde muhabbet şerbetleri ikram olunur. Bunun tadı ve zevki ile öyle coşarlar ve bu yolda ilerlemeleri öyle olur ki, bu ilerlemeleri Allahü teâlâya kavuşuncaya kadar devam eder.”
Mâcid-ül-Kürdî (Rahmetullahi aleyh)
“Kişiye, ilim olarak Allahü teâlâdan korkması yetişir. Kişiye, cehâlet olarak da kendi nefsini beğenmesi, ucb sahibi olması kâfidir. Ucb artınca, ahmaklık hâlini alır. Kişinin kendi ayıblarını görmesine mâni olur.”
Mâcid-ül-Kürdî (Rahmetullahi aleyh)
Susmak, yorulmadan, güçlük çekmeden yapılan bir ibâdettir. Zâhirî bir süs ile süslenmeden kazanılan bir zînettir. İnsanı özür dilemek zilletine düşmekten koruyan bir zenginliktir, kirâmen kâtibîn meleklerine rahatlıktır.
Mâcid-ül-Kürdî (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlânın muhabbeti ile kalbi dolup taşan bir kimseyi, Allahü teâlâ çok yükseltir.
Abdurrahîm bin Ahmed Kınâvî, Magribî (Rahmetullahi aleyh)
“Allahü teâlânın azameti, büyüklüğü karşısında kalbde hâsıl olan heybet, basireti ve gözü başka şeylerden çevirir. Artık Rabbinden başkasına bakmaz, başkasını görmez. Bundan sonra Celâl nûruyla görür ve Cemâl şimşekleriyle işitir.” Biri gelip ondan nasihat isteyince, “Koyun gibi ol, koyun sahibine teslim olur. Sen de Rabbine teslim ol”
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlâ bir kulunu kendi sevgisine mazhar kılınca, onun bu dünyâdaki hüznünü, gammını, korkusunu çoğaltır. Onu dünyâda insanlardan gizler. O, ortada bulunmayınca aranmaz. Ortaya çıkınca hesaba katılmaz. Hasta olunca ziyâret edilmez. O, yeryüzünde dolaşır ve kendi hâline ağlar.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Kişi, son nefesinden korkmalı, Allahü teâlâdan son nefesi için selâmet istemelidir. Yûsuf aleyhisselâm şöyle duâ etmişti. “Yâ Rabbî! Beni müslüman olarak öldür. Sâlih kullarının arasına kat.” Seven, sevgilinin muhabbetinin kalbinden gitmesinden korkar.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olan kimse, kanaatkar olur. Kendisine ulaşan az şeye kanâat eder, onunla sevinir. Çok olduğu zaman sevindiği gibi, az olana da sevinir. Böyle bir kimse, sevgiliden gelen ni’mete hürmet eder.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Sırrı gizlemek lâzımdır. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “İşlerinizi gizli tutunuz” buyurdu. Enes bin Mâlik buyurdu: “Ben çocuklarla beraber oynarken, Resûlullah ( aleyhisselâm ) geldi. Bana selâm verdi. Sonra elimi tutup, beni bir ihtiyâçları için gönderdi. Kendileri de, ben gelinceye kadar duvarın gölgesinde oturdu. Ben, istediği şeyi getirip verdim. Sonra ben, Ümm-i Süleym’in yanına gittim. “Nerede idin?” diye sordu. “Resûlullah ( aleyhisselâm ) beni bir ihtiyâç için gönderdi” dedim. “O ne idi?” diye sorunca: “Onu söylemem, o bir sırdır” dedim. Bunun üzerine o da, “Sırrını muhafaza et” dedi.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlâyı seven kimse, O’nu anmayı çoğaltır. O’nun kudreti ve büyüklüğü üzerinde tefekküre devam ederse, Allahü teâlâya olan sevgisini kalb gözüyle görür.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlâ, insana ni’metler vermek sûretiyle sevgisini izhâr ediyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın böyle yapmaya ihtiyâcı yoktur, İnsan ise, Allahü teâlânın yasak ettiği günahları işlemek sûretiyle, Allahü teâlâyı sevmediğini ortaya koyuyor. Hâlbuki insan, Allahü teâlâya ne kadar da muhtaçtır.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlânın ni’metlerine kavuşan kimsenin, Allahü teâlâyı sevmesi, O’nun ni’metlerine bir şükür borcu olarak O’nun beğendiği şeylere koşup, yasak ettiklerinden sakınması lâzımdır. Çünkü iyilik, hür insanları bile köle yapar. Nice hür kimseler vardır ki, yapılan iyilikler, onları köle etmiştir.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlânın sevgisiyle dolup taşan bir kimseye, O’na kavuşmaktan başka lezzet ve şifâ verecek birşey yoktur. Allahü teâlânın ni’metleri kişi üzerine arttıkça, kişinin Allahü teâlâya olan sevgisinin artması gerekir. Haberde şöyle geldi: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Allahü teâlâ size ni’metlerini artırdığı zaman O’nu seviniz.”
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Rivâyet edilir ki; Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma, “Seni niçin Halîl edindiğimi biliyor musun?” diye vahyetti. O da, “Hayır bilmiyorum yâ Rabbî!” dedi. Allahü teâlâ, “Çünkü sen vermeyi seviyorsun, fakat almıyorsun” buyurdu. Onun için cömert kimseye ziyâretler yapılır, herkes ona gelir. Cömert kimse, çok iyilik yapar, muhtaçlara yardım kanadını gerer.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Birisi, “Yâ Resûlallah! Bana öyle bir amel bildir ki, onu yaptığım zaman, beni hem Allahü teâlâ ve Resûlü sevsin, hem de diğer insanlar sevsinler.” Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ve Resûlünün seni sevmesini istiyorsan, dünyâya rağbet etme. İnsanların seni sevmesini istiyorsan, elindeki dünyâ malını onlara dağıt.”
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Kişi, sevdiğinden başkasını düşünmemeli, sabah akşam hep O’nun düşüncesi ile olmalıdır. Kalbinde O’nun ümidi ve korkusu bulunmalıdır. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma; “Kalbinde sâdece ben olayım” buyurdu. Büyüklerden biri münâcaatında, “Yâ Rabbî! Senden başka hiçbir şeyi düşünmemeye, herşeyde seni takdim etmeye azmettim. Sen, beni, yasakladığın hiçbir yerde ve işte görmiyeceksin. Çünkü sen, kalbimde en büyük ve en yücesin” dedi. Sevgili, sevenin tek düşüncesidir. Onun herşeyidir. Gizlide ve açıkta, seven, sevdiğini zikretmeye ya’nî hatırlamaya düşkün olmalıdır. Sevgilinin ismi, sevenin kalbinde ve dilindedir. Bu durum ona, sevdiğinden başka herşeyi ve her ismi unutturur.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Âlimler buyurdular ki: “Kişi, sevdiğinin kölesidir. Kölenin, sevdiğine karşı boynu büküktür, işte ibâdet de; korku, huşû’, hudû’ ve tezellüldür. Seven, sevdiğine boyun eğer. Seven bu boyun eğmeyi, izzet, şeref, fahr (övünme), yükseklik ve yaklaşma olarak görür. Bunun için kişi, Allahü teâlâya, “Yâ Rabbî! İzzetinden, büyüklüğünden dolayı sana boyun eğmem, benim için yükseklik ve şereftir. Senden başkasıyla meşgûliyetim ise, çirkin bir şeydir” der.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Muhabbetin mertebelerinden biri de Îsâr etmektir (kendine zarurî lâzım olan şeyi müslüman kardeşine vermek, onu kendine tercih etmektir). Mü’min, Rabbini tanıyıp ma’rifete kavuşunca, O’na hakkıyla kulluk eder. Rabbini, anasından, babasından kardeşlerinden ve yakınlarından çok sever. Rabbinin rızâsına kavuşmak için ve O’nun sevgisinden dolayı dünyâya bağlılığı bırakır. Rabbine döner.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Kimin bâtını (kalbi) temiz olursa zâhiri de güzeldir.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlâya zannımzı güzel yapınız. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine iyi zanda bulunanı sever. Bir şiirde şöyle denilmiştir: Hüsn-i zan sahibi, sû-i zan sahibi gibi değildir.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlâya yaklaştıran mertebelerden biri de, O’nun dostlarını ve sevdiklerini sevmektir.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlânın kitabını, ondaki latîf hitâbları ve tatlı azarlamaları severek ona yaklaşmak. Bu da bildirilen emirleri lâyıkıyla yapmak, yasaklardan şiddetle kaçınmak iledir.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Muhabbetin mertebelerinin birisi Allahü teâlâya itaattir, isyan ederek muhabbet olmaz.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlâdan gelen herşeye, ni’metlere de, belâlara da ayırım yapmadan boyun eğmektir. Dert ve belâlardan lezzet almak; daha var mı diyebilmektir.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Zâhir temizliği su ile yapıldığı gibi, bâtın (kalb) temizliği, yakîn elde etmek iledir. Ya’nî kalbin Allahü teâlâyı görüyor gibi inanması ve kalb hastalıklarından kurtulması iledir.
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) - (Rahmetullahi aleyh)
Bir kimse dünyâyı terkedip Rabbine dönerse ve nefsî arzulardan vaz geçerse, hatâ ve günahlarını i’tirâf edip af dilerse, o zaman muhabbete müstehak olur. Çünkü Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 222. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Şüphesiz ki Allah, tövbe edenleri sever” buyurdu.
Kadîb-ül-bân (Rahmetullahi aleyh)
“Başlangıçta talebe, nefsinin arzularını yerine getirmemekle işe başlar. Emîrleri dinlemekle Sünnet-i şerîfeyi ihyâ eder. Sonra da evliyâya ve hocasına karşı i’tirazda bulunmaz. Ecelini hatırlıyarak dünyâ işlerine pek önem vermez. Sonra kurtuluşun tek çâresi olan ihlâs kulpuna yapışır. Talebe başlangıçta işi ciddiye almazsa, yüksek derecelere kavuşamaz.”
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Ehl-i kitabın birbirleri ile olan münâzara ve münâkaşalarını, kitaplarından neleri gizlediklerini, insanlara neleri açıklamadıklarını, Arabî dilin bütün lehçelerini, fesahat ve belagatlarını, Arabların târihlerini, darb-ı mesellerini, hikmetli sözlerini, şiirlerinin ma’nâlarını, son derece cazibeli sözleri ve bunun gibi bütün özellikleri O’na (Resûlullah Efendimize "sallallahü aleyhi ve sellem") öğretmiştir.
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Allahü teâlâ, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) çok ilim vermiştir. Din ve dünyâ husûsunda ne kadar ilim varsa, hepsini O’na öğretmiştir. Dînin esaslarını ve ümmetinin ihtiyâçlarını O’na bildirmiştir, önce gelen kavimlerin hâllerini, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kıssalarını, zâlimlerin hayat hikâyelerini, kısacası Âdem aleyhisselâmdan kendi zamanına kadar gelen bütün dinler ve kitaplar hakkında O’na ( aleyhisselâm ) bilgi vermiştir.
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) mahşerde de insanların en üstünüdür. Bunu, kendileri şöyle beyân buyurdular: “(Kabirden) kalkılacağı zaman, ilk çıkacak insan benim. Rableri huzûruna geldiklerinde hatîbleri benim. Ümitlerini kestikleri zaman da müjdecileri benim! Livâ-ül-hamd benim elimdedir. Rabbimin katında Âdemoğlunun en kıymetlisiyim. Övünmüyorum, hakîkati bildiriyorum. Hakîkati bildirmek benim vazîfemdir.” Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Cennet elbiselerinden bir elbise giydirileceğim. Sonra Arş’ın sağ yanında duracağım.. Mahlûkâttan o makamda benden başka kimse bulunmayacak” buyuruldu.
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Hâlid bin Ma’dan ( radıyallahü anh ) anlattı: Eshâb-ı Kirâmdan (r.anhüm) ba’zıları Peygamber efendimize, “Yâ Resûlallah! Bize kendinizi anlatır mısınız?” diye suâl ettiler. Peygamber efendimiz de buyurdular ki: “Evet ben babam (ceddim) İbrâhim’in (aleyhisselâm) (Ey Rabbimiz! Soyumuzdan gelen müslüman ümmet içinden bir Peygamber gönder duâsında kasdedilen Peygamberim. Îsâ (aleyhisselâm),beni tebşir etmiştir (müjdelemiştir). Annem bana hâmile iken, kendinden bütün Şam topraklarındaki Basra köşklerini aydınlatan bir nûr yükselmiştir. Sonra ben, Benî Sa’d bin Bekr (kabilesine) emzirilmem için gönderildiğim zaman, süt kardeşimle birlikte evimizin arkasında hayvanları otlatırken, üzerinde beyaz elbise bulunan iki kimse bana yaklaştı.” Başka bir hadîs-i şerîfte, “İçi kar dolu altın leğenle bana üç kimse geldi. Beni tuttular, karnımı yardılar” Bir hadîs-i şerîfte, “Boğazımdan karnımın başına kadar yardılar. Sonra oradan kalbimi çıkardılar, ikiye yardılar ve ondan simsiyah bir kan pıhtısı çıkarıp attılar. Sonra hem kalbimi, hem karnımı o kar ile tertemiz edene kadar yıkadılar.” Başka bir hadîs-i şerîfte, “Sonra biri bir şey aldı. Bir de baktım ki elinde, gören herkesi hayrete düşüren nûrdan bir mühür vardı. Onunla kalbimi mühürledi. Kalbim îmân ve hikmetle doldu. Sonra mühürü yerine iade etti. Diğeri de elini göğsümün, ayırım noktasına sürdü ve iyileşti. Onlardan biri diğerine, “Haydi O’nu, ümmetinden on kişi ile tart” dedi. Tarttığında hepsinden ağır geldim. “Ümmetinden yüz kişi ile tart!” Tarttı, yine ağır geldim. “Ümmetinden bin kişi ile tart!” Tarttı, onları da geçtim. “İyisi mi tartmaktan vazgeç, zîrâ bütün ümmetiyle onu tartacak olsan yine de hepsini geçer” dedi.” Başka bir hadîs-i şerîfte, “Sonra beni göğüslerine basıp, hem başımı, hem de gözlerimin arasını öptüler, şöyle dediler: “Ey Sevgili! Korkma, sana murâd edilen iyiliği bir bilsen, sevinçten gözlerin ışıl ışıl olur. Allah katında ne büyük değerin var. Çünkü Allah ve melekleri seninledir.”
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Huzeyfe’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Bana müjde verildi. Ümmetimden benimle ilk yetmiş, bin kişi Cennete girecek. Her bin kişiyi yetmiş bin kişi daha ta’kib edecek. Hiçbiri hesap görmeyecek... Yine bana ümmetimin asla (kuraklık ve kıtlık sebebiyle) açlık çekmiyeceği, (İslâmiyetin emirlerini yerine getirdiği müddetçe) hiç yenilmeyeceği (müjde olarak) verildi. (Rabbim) yardıma yetişti. Bana izzet, ümmetime de bir aylık yoldaki düşmanın kalbine korku vererek zafer ihsân etti. Gerek bana ve gerekse ümmetime ganîmetleri helâl kıldı. Bizden öncekilere yasak kıldığı birçok şeyi bize helâl kıldı, bize güçlük kılmadı.”
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
İbn-i Vehb’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Allahü teâlâ bana: “İste Ey Muhammed!” buyurdu. Ben de: “Yâ Rabbî, ne isteyeyim? Sen İbrâhim’i (aleyhisselâm) dost edindin! Mûsâ (aleyhisselâm) ile konuştun. Nûh’u (aleyhisselâm) peygamber olarak, seçtin. Süleymân’a (aleyhisselâm) ondan sonra hiç kimseye vermediğin bir mülk (hükümdârlık) verdin” dedim. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Sana bunlardan daha iyisini verdim. Sana Kevser’i verdim... Göğün ortasında ismin. İsmimle anılıyor. Yeryüzünü hem senin için, hem de ümmetin için tahûr, temizleyici kıldım. Gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışladım. İnsanlar arasında bağışlanmış bir hâlde geziyorsun. Oysa ben, bunu senden önce hiç kimseye yapmadım. Ümmetinin kalblerini Mushaf ezberleyicisi yaptım. Şefaat payesini senin için sakladım. Senden başka hiçbir peygambere saklamadım.”
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Utbe bin Âmir’in ( radıyallahü anh ) naklettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Şüphesiz ben, size son derece merhametliyim ve üzerinizde de şahidim. Şüphesiz ben, Allahü teâlâya yemîn olsun ki, şu ânda havzıma bakıyorum. Gerçekten bana, yeryüzündeki hazînelerin anahtarları verilmiştir. Allaha yemîn olsun ki, benden sonra şirk koşacağınızı aklımdan bile geçirmiyorum. Benim sizin nâmınıza korktuğum, (şu aşağılık dünyâ için) birbirinizle yarış hâlinde olmanızdır” buyurdular.
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), kendisinden önce gelmiş olan yüzyirmidörtbin civarındaki Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hepsinden de üstün idi, şânı pek büyüktü. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Bana, benden önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş şey verilmiştir. 1. Bir aylık yolda (düşmanın kalbine) korku verilerek zafere kavuşturuldum. 2. Yeryüzü bana mescid ve (teyemmüm için) pek temizleyici olarak kılındı. Ümmetimden herhangi bir kimseye namaz (vakti) gelip çatarsa namazını kılsın. 3. Ganîmetler bana helâl kılındı. Hâlbuki, benden önce hiçbir peygambere helâl kılınmamıştı. 4. Bütün insanlığa (peygamber olarak; gönderildim. 5) Bana şefaat etme (yetkisi) verildi.”
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Abdullah bin eş-Şıhhîr ( radıyallahü anh ); “Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) geldim, namaz kılıyordu. Göğsünde tencerenin kaynamasını andıran bir uğultu vardı” dedi. İbn-i Ebî Hâle ( radıyallahü anh ); “Allahın Resûlü ( aleyhisselâm ) devamlı hüzünlü ve düşünceli idi. O’nun hiç rahatı yoktu” buyurdu.
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Allahü teâlâdan korkması, O’na itaat ve ibâdet etmesi o kadar çoktu ki, O’nun bu hâline hiç kimse takat getiremezdi. Mübârek ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. “Yâ Resûlallah! Sizin gelmiş geçmiş bütün günahlarınız affedildiği hâlde, neden bu kadar kendinize zahmet veriyorsunuz?” denildiğinde, “Ben Allahın en çok şükreden kulu olmayayım mı?” diye cevap buyurdular.
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Hazreti Âişe vâlidemiz; “Zaman olurdu tam bir ay beklerdik, evimizde (yemek yapmak için) ateş yakmazdık: Sâdece hurma ile su bulunurdu” buyurmuştur. İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ); “Resûlullah ( aleyhisselâm ) ve Ehl-i beyti, birçok geceler akşam yemeği yemeden yatarlardı. Akşam yiyecek birşey bulamazlardı” buyurdu.
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize gelip; “Allahü teâlânın sana selâmı var. İsterse şu dağları O’na altın yapayım. Nereye giderse gitsin, o altın dağları O’nunla beraber olur” buyurdu. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Ey Cebrâil! Dünyâ, evi olmayanın evidir. Ve yine (o) malı olmayan kimsenin malıdır. Bunları aklı olmayan kimse toplar.” Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm, “Yâ Muhammed! Allah seni kavl-i sabit ile dimdik kılmıştır” dedi.
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Hazreti Âişe vâlidemize buyurdular ki: “Bana Mekke’nin taşı, toprağı altın olması sunuldu. Hayır yâ Rabbî, dedim. Bir gün aç kalayım, bir gün tok. Aç kaldığım gün sana yalvarıp duâ ederim. Tok kaldığım gün, sana hamd-ü senada bulunurum.”
Hazreti Âişe vâlidemiz ( radıyallahü anh )
“Resûlullah ( aleyhisselâm ), dünyâya mübârek gözlerini yumuncaya kadar, üç gün ardı ardına ekmekten doymamıştır”
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, dünyâya ve menfaatlerine hiç kıymet vermezler, azı ile yetinirlerdi. Âhırete irtihâl edinceye kadar pekçok imkânlara sahip oldu, birçok ülkeler feth etti. Buna rağmen yine de, vefât ettikleri zaman silâhı, ehlinin nafakası için aldığı bir mal karşılığında, bir yahudinin yanında rehin idi.
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm), Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) için, “Evinde, ehlinin işine yardım ederdi. Elbisesini (ehlini rahatsız etmemek için) bizzat kendisi yıkardı. Koyununu kendi sağar, elbisesini kendi yamardı. Kendine, kendi hizmet ederdi. Evini kendi süpürür, devesini kendi bağlardı. Süt sağılan devesini kendi otlatırdı. Hizmetçi ile yemek yer, onunla hamur yoğururdu. Pazardan yiyeceğini kendi alırdı” demişlerdir.
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) tevâzu hasleti, hiçbir kimsede, hattâ hiçbir Peygamberde (aleyhimüsselâm) bulunmayacak kadar büyük ve emsalsizdi. Kibir duygusu, O’nda asla meydana gelmemiştir. Peygamberimize melik bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak arasında bırakıldığında, O, kul bir peygamber olmayı tercih etti. Bunun üzerine İsrâfil aleyhisselâm, Peygamber efendimize; “Şüphesiz, Allahü teâlâ tevâzu gösterdiğin o hasleti de sana vermiştir. Çünkü kıyâmette sen, Âdemoğullarının en büyüğüsün. Yeryüzünün, kendisine ilk yarılacağı kişisin. İlk şefaat edecek olan da sensin” dedi.
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Sözünde durmak yönüyle de insanlar arasında Peygamber efendimizden daha üstün bir kimse gelmedi. Abdullah bin Ebi’l-Hamsa; “Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ile, henüz kendilerine Peygamberliği bildirilmeden önce alış-veriş yapmıştım. Kendi hesabına bir bâkiye kalmıştı. Ona, falan zamanda filân yerde buluşmak üzere söz verdim ve unuttum. Üç gün sonra verdiğim sözü hatırlayınca hemen o yere koştum. O’nun üç gündür orada beklemekte olduğunu görünce hayretimden dona kaldım. Bana, “Delikanlı beni yordun! Ben seni burada tam üç gündür bekliyorum” buyurdular.”
KÂDI IYÂD (Rahmetullahi aleyh)
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), ümmetine karşı ba’zı şeyleri zor gelir endişesiyle kolaylaştırırdı; “Ümmetime zorluk vermemiş olsaydım, her abdestte misvak kullanmalarını emrederdim”